Saturday, March 3, 2007

Sektör Bileşenleri Uzlaşmak Zorunda

Röportaj: Özgür BİLGEOĞLU

Soyadını yaşadığı ilçeden alan, köklü bir ailenin üyesi Hasan Köşklü. Toprakla yoğrulmuş bir kültürde belki de doğal olarak çiftçi olmaya karar vermiş. Ama yalnızca toprakla uğraşıp sahip olduğu düzeni korumayı değil, çiftçinin nasıl daha iyi üretim yapacağını, ürününü nasıl daha iyi değerlendireceğini araştırmayı da görev edinmiş.
Bu amaçla önce Köşk Tarım Satış Kooperatifinde halen sürdürdüğü göreve, ardında da henüz geçtiğimiz aylarda ayrıldığı Tariş Zeytin ve Zeytinyağı Birliği Denetim Kurulu üyeliğine seçilen Köşklü, yıllardır içinde bulunduğu sektörün en büyük sorununu şöyle özetliyor: “Bugüne kadarki tüm kayıplarımız, sektörün birlikte hareket edememesinden kaynaklanıyor. Zeytinyağı sektörünün tüm bileşenleri uzlaşmak zorunda. Herkesin ilk görevi budur.”
1994 yılından bu yana sürdürdüğü Tariş Zeytin ve Zeytinyağı Birliği Denetim Kurulu Üyeliğinden istifa eden ve önümüzdeki günlerde yapılacak Genel Kurul’da Yönetim Kurulu üyeliğine aday olduğunu açıklayan Köşklü ile sektörü A’dan Z’ye değerlendirdiğimiz uzun ve keyifli bir söyleşi yaptık. Köşklü, istifa gerekçesinden, yeniden adaylık sürecinde yaşadıklarına, Türkiye’nin Uluslararası Zeytinyağı Konseyi macerasından, sektördeki uzlaşmazlığın nedenlerine dek birçok konuda Z&Z okurları için önemli saptamalarda ve açıklamalarda bulundu.

Öncelikle kısaca kendinizden bahseder misiniz?
3 çocuklu bir ailenin en küçüğüyüm. Baba dedem Soyadı Kanunu çıkarken Aydın’ın Köşk ilçesinde yaşadığı için Köşklü soyadını almış. Anne babam da önemli bir şahsiyet; Tekeli İsmail Efe, Kurtuluş Savaşı sırasında Yörük Ali Kuvvetlerine katılan bir milli mücadeleci. Ailede yüksek şahsiyetli, önemli görevlerde bulunmuş kişilerin torunlarıyız. Bu durum herkese nasip olmadığı gibi bizlere bu geçmişe layık olmak gibi kendiliğinden doğan bir görev yüklüyor. Benim ve kardeşlerimin bulunduğumuz çevreye yararlı olmak gibi bir misyonumuz var. Bu nedenle örneğin hiç ilgim olmadığı halde bir dönem Köşk Doğan Spor’un başkanlığını bile yaptım. Üniversite eğitimi için yurtdışında bulundum. 1970’lerin sıcak günlerinde öğrenci olduğum için taraflardan biri olmamak adına yurtdışını tercih ettim. 30’lu yaşlarımda ise tepkisel bir nedenle Köşk Tarım Satış Kooperatifi’nin yönetim kuruluna geçtik. Zeytinyağı elde ederken beklemeden kaynaklanan kalite kayıplarını ortadan kaldıracak bir program sözü vererek yönetime geldik. O zamandan beri de karşımıza herhangi bir liste çıkmadı ve halen aynı arkadaşlarımızda görevimizi sürdürüyoruz. Bu da sanıyorum güvenin eseridir. 1994 yılında ise TARİŞ Zeytinyağı Birliği’nin seçimlerine katılarak, yaklaşık birkaç ay öncesine kadar sürdürdüğüm Denetim Kurulu üyeliğine seçildim. 12 yıl gibi bir süre, hemen her hafta Aydın’dan İzmir’e gelerek görevimi en iyi şekilde devam ettirmeye çalıştım. Denetim kurulu üyeliğim sırasında da kurumu ulusal ve uluslararası alanda pek çok kez temsil ettim.

Uzun süre görev aldığınız bir kurumdan ayrılma kararı aldınız. Bu zor kararı vermenizdeki en önemli etken neydi?
Bu kararda fikir ayrılıklarının etkisi ve başka faktörler de yer alıyor. Beni “Tüccar dostu” olarak değerlendirenler var. Sektörün bileşenleri ile konuşmak klasik çiftçi politikasını güdenler için nedense zararlı bir durum gibi algılanıyor. Ama onların oluşturduğu kurumlarda seçilmek, onların oluşturduğu kurumlarda kendi kurumumuzu temsil etmek zararlı olmasa gerek ki Tariş, bürokrat yapısı ve seçilmiş yöneticileri ile sektörün demokratik kitle örgütlerinde görev alıyor. Sonuçta zeytinyağı denetim kurulu üyeliği yaptığım dönemlerde de ki benim görevim klasik bir denetim kurulu üyesi gibi olmadı, hep zeytinyağı sektöründeki yenilikleri takip edebilecek durumda oldum ve bunların yönetim kurulumuzda uyum çalışmalarını yaparak kooperatiflerimizde uygulanabilmesini sağladım.

İstifa kararınızın ardından Genel Kurul’da yönetim kuruluna aday olduğunuzu açıkladınız. Sizi yeniden aynı kurumda görev almaya iten nedenler nelerdir?
Ben artık devrimi tamamladım dediğim bir ortamda uzunca bir dönem ayrılmayı düşündüm. Buna da defalarca teşebbüs ettim. İnsanların verimli olabildiği sürece bazı görevlerde olması gerektiğini düşünüyorum. Hep sorarlar, “Tariş’e niye ortaksın, neden ürün veriyorsun?”. Ben Tariş’te çıkarım için varım ama benim çıkarım bireysel olmak durumunda değil. Biz müşterek çıkarlarımızı korumak, ürünümüzü daha iyi değerlendirmek için bu üretici kooperatifini kurduk. Bu durumda verdiğim ürün kadar bu kurumun bir parçası da benim ama yararlı olamadığım zaman orada olmayı düşünmedim. Çünkü Tariş benim değil, üye olan tüm üreticilerin. Tekrar adaylığı düşündüm çünkü yolunda gitmediğine inandığım ya da farklı tavır alınması gerektiğini düşündüğüm olaylar karşısında fikir ayrılığına düştüğüm arkadaşlarım vardı. Bu konularda da kendi kamuoyumuzdan destek aldım. Bu destek beni yönetim kurulu üyesi yapar mı? Bunu yakında gerçekleşecek seçimlerde göreceğiz.

İstifanızın biraz da fikir ayrılıklarını vurgulamak adına olduğunu söyleyebilir miyiz?
Evet, fikir ayrılıkları olduğunun bilinmesini istedim. Tabi ki karşı fikirler olacaktır ama geldiğimiz noktayı arkadaşlarımızdan farklı değerlendirdiğim için ayrılma gereği hissettim. Ancak biz eleştiri ve değerlendirmelerimizi kendi içimizde, genel kurulumuzda yapacağız. Üstelik bütün gözler Zeytinyağı Birliği’nin üzerinde. Kendi ortaklarına karşı sorumluluğunun yanında kamuya karşı da görevleri olan bir kurum Tariş. Bu değerlerin yıpranmaması için tartışmalarımızı kendi içimizde çözmek durumundayız. Tariş’in devam etmesi gerekiyor. Bunun için de üzerimize düşenleri yapmış olmamız gerekiyor idi ve gerekiyor. Biz de bunların muhasebesini yapmak zorundayız.

Sektörü daha ileriye taşıyacağını düşündüğünüz her konuda görüşlerinizi açıkça ifade etmekten çekinmiyorsunuz. Ancak hakkınızda çıkan bazı yakıştırmalar karşısında polemiklere girmemek adına mı sessiz kalıyorsunuz?
Biz küçük bir yerden, 10 bin nüfuslu bir ilçeden geliyoruz. Yaşadığımız yerde herkes birbirini tanır. Bizim gibi daha küçük yerde yaşayanların değer yargıları biraz daha şiddetlidir. Sahip olduklarımız çocuklarımız, malımız mülkümüz ve onurumuzdur. Bu çizgiyi korumak zorundayız. İzmir gibi yerlerde böyle görevleri yaparken yan etkilere maruz kalabiliyorsunuz. Üretici için bunca yapılanlardan sonra adınız “tüccar dostuna” bile çıkabiliyor. Benim söylemek istediğim, Köşk’te rastlayacağınız birinci kişi beni tanımazsa mutlaka yabancıdır ama ikinci kişi mutlaka tanır. Eğer o kişi de benim hakkımda olumsuz bir şey söylerse ben bırakır giderim. Görev aldığınız kurumlarda kurduğunuz medeni ilişkilerin bu şekilde algılanmasını yadırgıyorum. Buna rağmen bu kadar insan size değer veriyorsa, o zaman dönüp “Ben yönetim kuruluna girebilirim” diyebiliyorsunuz. Aday olma nedenlerim arasında bunlar da yer alıyor. Yakıştırılan söylemlerle hareket etme eğilimde olsam zaten böyle bir adaylık söz konusu olmazdı. Ama ben çiftçiyim.

Sektör bileşenlerinin birbirleriyle hatta zaman zaman kendi içlerinde uzlaşma sağlayamadığını görüyoruz. Siz bir üretici olarak bundan nasıl etkileniyorsunuz?
Türkiye zeytinyağı sektörünün bileşenleri anlaşmak, uzlaşmak zorundadır. Bugüne kadar olan gelişmeleri izleyecek olursak, kayıplarımızın her zaman beraber hareket edememekten kaynaklandığını görüyoruz. İnsanlarda amaç birliği olmayınca hiç kimse amaca ulaşamıyor. Bunun en somut örneği sektörün içinde bulunduğu durum, fiyatlar ve bunun karşılığında devletten alınan prim. Sektörde herkes “Primi istedik ve çalıştık” diyor. Ama sonuç yok çünkü herkes ayrı ayrı mücadele etti. Devletin bir söylemi var. Geçen yıl dedi ki; “Prim bu sene 10 kuruş çünkü zeytinyağı pahalı.” Geçen yıl fiyatlar 4,75 Ytl seviyelerinde devam etti. Şimdi prim enflasyon oranı miktarında artırılarak 11 kuruşa çıktı. Eğer devletin geçen yılki bahanesi doğru ise, herkesin devlete gidip, “Zeytinyağı geçen sene pahalıydı, bu sene ucuz. Senin de mantığın bu. O zaman üstünü tamamla” demesi gerekiyor. Birileri dedi ama hep birlikte demediğimiz için sesimiz gür çıkmadı.

Sektörde uzlaşma neden sağlanamıyor? Bunu zorlaştıran nedenler mi var, yoksa birileri bu uzlaşmayı istemiyor mu?
Birileri enteresan bir şekilde uzunca bir dönem Uluslararası Zeytinyağı Konseyi’ne (IOC) girilsin istemedi. Buradan hareketle zeytinyağı sektöründe bir çıkar çatışması olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama sektörün şunu anlaması lazım; yurtdışında kartelleşme var. 2 tane önemli grup var. Dünya zeytinyağı üretiminin 2,5 milyon ton olduğu göz önüne alınırsa, bu gruplardan birinin tek başına 350 bin ton ambalajlı satış kapasitesi olması gerçekten önemli bir göstergedir. 25 ülkede 8 tane lojistik merkezden 350 bin ton zeytinyağı gerçekten büyük bir kapasiteyi işaret ediyor. Bu bir çıkar grubudur ve doğal olarak çıkarlarına göre hareket edecektir. Bu tür firmalar ve bunların uzantıları zeytinyağı üreten ülkelerdeki hükümetleri dahi etkileme gücüne sahip. Bunların Türkiye’de etkili olmadığını düşünmek tabi ki hayalcilik. Herkes kendi çıkarı için belli bir oluşum içinde yer alıyor. Ama sektör bileşenleri şunu değerlendirmiyor; birlikte hareket edilirse daha iyi sonuçlar alınır. Artık üretme noktasında değiliz. Zeytinyağı işi yapanlar çoğaldı. Öteden beri bu işi yapanlar da büyük ölçekli şirketler haline geldi. Üreticinin yaptığı yatırım sonucu en uç noktadaki satıcının da geliri arttı. Sektör hep birlikte kalkınır. Diyelim ki bu zincirden ihracatçıyı koparıp aldınız. “Tüccar çiftçi düşmanıdır, onları ortadan kaldıralım” dediniz. Peki bu yağı kim işleyecek, kim satacak? Tamamen saçmalık. Ya da daha da ileri giderek ihracatçının “En iyi çiftçi ölü çiftçidir” dediğini varsayalım. Mevcut ağaçlar bize yeter mi? Kesinlikle hayır. Ayrıca mevcut ağaçlara kim bakacak? Diyelim ki çiftçimiz daha çok kazansın diye Türkiye’de zeytinyağı fiyatını 3 Euro yapalım. Bu yağı kim tüketir? Türkiye’de rakip yağların durumu söz konusu ve 1’e 3 makasını her zaman korundu. Bu makasın çok açıldığı zamanlarda dengeler bozuldu ve birileri bundan rahatsız oldu. Biz de o dönemlerde hep bir şeyleri tartışır olduk. Dahilde işleme rejimini tartıştık. Lampant zeytinyağının ihracatını konuştuk. Bunu da maalesef basın yoluyla yapıyoruz. Bu sektör bu kadar mı garibandır? Biz çiftçiler olarak bu sektörün bileşenlerini bir araya getirebiliriz. Arada bir takım gerginlikler olsa da herkesin aynı amaca ulaşmaya çalıştığı bir yapıda tartışmalar faydalı sonuçlara neden olabilir. Ancak sektörde bir toparlanma yok. Tabir-i caizse, sektörde böl, parçala, yönet politikası var. Her kesim diğerinin karşısında. Hepsi birbirine rağmen bir şeyi yapma durumuna gelebiliyor.

Zeytin ve zeytinyağına olan ilginin son dönemde artmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
1994 yılında dökme zeytinyağı ihracatının açılması sonucunda bu sektöre önemli miktarda para girdi. Türkiye’nin enteresan bir yağ politikası var. Çok ciddi miktarda bitkisel yağ açığı olmasına ve üstelik bu yağı üretecek alana sahip olmasına rağmen, açık ithalatla tamamlanıyor. Dünyanın yeni yeni tanımaya çalıştığı, ancak bu ülkede 8 bin yıldır varolduğu tahmin edilen ve 3 bin yıllık bir kültüre sahip olan zeytinyağı, insanlarımız tarafından fazlaca tüketilmediği için bir miktar yağ fazlamız var. Bu nedenle dökme olarak yağ satmaya başladık ve sektöre para, teknoloji, yenilik girdi. Bununla birlikte sektörde üreticisinden tüketicisine kadar herkesin bir değişim göstermesini sağladı. Ama halen daha kendi ülkemizde üstelik yağ açığımız olmasına rağmen yeterli tanıtımı yapamadık. Bu noktada 2000 yılında kurmuş olduğumuz Tariş Zeytin’i aslında daha önce kuracaktık. Bu şirketin kurulmasındaki amaç da; sektör bir değişim geçirince kalıcı tüketiciye sürekli zeytinyağı satabilmek ve bunun için de halkanın en son zincirine yakın olmaktı. Bu noktada çok sayıda ilki gerçekleştirdik. Ambalaj konusunda önemli gelişimler sağladık ve model olduk. Zeytinyağı ile 3 bin yıldır tanışan bu ülkenin insanları, sanki zeytinyağını yeniden keşfediyor. İşte böyle bir ortamda 12 yıl önemli bir kurumun içinde görev aldım.

12 yıllık süreçte değişimin başladığı ve geldiği noktayı yakından izlediniz, içinde bulundunuz. Sizce bu süre içinde sektörün yaşadığı en önemli olay neydi?
İnsanın yaşamında kilometre taşları vardır. Eğer benim için en çok ne etkili oldu diye sorarsanız, cevabım Uluslararası Zeytinyağı Konseyi maceramızdır. Konsey’den ayrılmamız kimilerine göre AB’ye karşı bir kozdu, kimileri başka bir ürün grubuna karşı koz olarak kullanıldığını ileri sürdü. Bazıları da “Konsey’den çıktık çünkü çok para veriyor ancak yeteri kadar yararlanamıyorduk” dedi. Kimilerine göre ise Türkiye’nin zeytinyağında karanlık bir döneme girmesini isteyenler vardı. Türkiye’de son yıllarda gündemdeki yerini koruyan bir konu var ki çok önemlidir; karışım yağ. Uluslararası Zeytinyağı Konseyi, karışım yağı yasaklıyordu. AB’de karışım yani kokteyl yağ serbest ama Konsey’e üye olan ülkelerde bu yasak. Türkiye Konsey’in dışında kaldığı dönemde hep karışık yağlarla uğraştı. Halen de uğraşıyoruz ki, son dönemde özellikle iç pazarda daha yoğun bir uğraşı içindeyiz. Diğer yandan bence çok önemli bir noktadır, Uluslararası Zeytinyağı Konseyi’ne üye olduğumuz tarihlerde, Türkiye için bir promosyon bütçesi ayrılıyor. Diyorlar ki, “3 kuruş biz vereceğiz, 1 kuruş da siz verin böylece Türkiye’de bir zeytinyağı promosyonu yapalım.” Türkiye’deki zeytinyağı sektörü ya bu parayı toplayamıyor ya da bir nedenden dolayı karşı çıkıyor. Sonuçta bu para toplanamıyor ve kayıtlara Türk tarafının sözleri şöyle geçiyor; “Türkiye’de böyle bir promosyona ihtiyaç yoktur. Türkiye’de tanıtım sorunu değil, üretim sorunu vardır.” Ve bu para gidiyor. Daha fazla zeytinyağı tüketilse, daha fazla üretim olmaz mıydı? Halbuki politikacının kısır düşüncesi ve o zaman bugünkü haberleşme grupları, dernek oluşumları gibi imkanlara sahip olmadığımızdan böyle bir cümlenin Konsey’in resmi kayıtlarına geçmesine seyirci kaldık. Konsey’in o dönemdeki Başkanı Sinyor Lucetti’nin, bence Türkiye’yi de seven bir kişiliği vardı, bu gerekçe karşısında çok enteresan bir tepkisi olmuştur; “İnanamıyorum, bu doğru olamaz” diye yumuşatarak aktarabilirim sözlerini. Şimdi yıllar sonra birileri Türkiye’de zeytinyağı üretildiğini, satılmak zorunda olduğunu, yurtdışındaki dalgalanmalardan da fazlasıyla etkilendiğimizi görüyor ve zeytinyağının önce iç piyasada satılması gerektiğini düşünüp uygulamaya çalışıyor.

Bu noktada Uluslararası Zeytinyağı Konseyi’ne yeniden üye olmak bu süreci hızlandırıp, Türkiye’ye bir adım attırır mı?
Bu konuda devlet bir adım attı. Ama ikinci adım atılmadı, dolayısıyla halen üye değiliz. Bunu anlamak da mümkün değil. Uzun zamandır Konsey toplantılarına katılmadığım için tarafların net tutumunu bilmiyorum ama adaylı bugün olmazsa, yarın olacak. Olması gerekiyor. Biz, belki de Türkiye’nin o promosyon bütçesini reddedişinden çok fazla etkilendik. Sektörümüzde bir reklam sıkıntısı var. Belli bir markanın dışında hiçbir firma yıllarca zeytinyağının reklamını yapmadı. Ancak şimdi bir şeyler değişmeye başladı. Bu değişimde de Türkiye’nin yeri diğer üretici ülkeler gibi Konsey’dir.

Sektörde bahsettiğiniz sorunlar gündemdeki yerlerini korurken üretici de zor bir sezon geçiyor.
Fiyatlar AB’de yaklaşık 2,2 Euro seviyelerinde. Hatta önümüzdeki günlerde biraz daha düşüş yaşayacağız. Ondan sonra bu fiyatlar diptir. Fiyatlarda yükselme ise ancak yaz aylarında farkedilebilir miktarda olacak. Yurtdışında fiyatlar böyleyken bile AB çiftçisinin primlerinde bir değişiklik yok. Bir yıl öncesinden çiftçi ne kadar prim alacağını, ne zaman alacağını biliyor. Ülkemizde primin zeytinyağı üreticisine doğrudan bir katkısı yok. Ayrıca ciddi boyutlara ulaşan bir maliyet sorunumuz da var. Biz Avrupa çiftçisiyle ne kısa, ne de uzun vadede yarışabilir durumda değiliz. Diğer yandan uzun vadeli bir zeytincilik master planı yok. Açıkçası devlet kurumlarına da bu konuda güvenmemek gerektiğini düşünüyorum. Bu acı tespitin nedeni tarım müdürlükleri tarafından her tarafta dağıtılan fidanların çeşidi. Nizip’te de Gemlik dağıtıyor, Aydın’da, Körfez’de de. İyi niyetli bürokrat arkadaşlarımız gücenmesin ama bu işin, eli taşın altında olanlarla 1960’lı yıllardan önce varolan çalışmaların devam ettirilmesiyle bile düzeltilebileceğini düşünüyorum. Devlet atıl yapısı nedeniyle, belki içinde bulunan önemli bürokratlara değer vermeyerek kaynakları heba ediyor. Bu durumda verdiğiniz primin de hiçbir katkısı kalmıyor. Ayrıca kalite olarak da kendimizi geliştirmeye çalışıyoruz ama birkaç öncü kuruluş dışında yol gösteren yok. Sahip olduğumuz değerli uzmanları bile bir araya getirip zeytinyağı tadım paneli oluşturamıyoruz. Sanıyorum genetik yapımızda mucizelere inanmak var. Biz mucizelere inanıyoruz ve başkalarından bekliyoruz.

Duyusal özelliklerin tespiti konusunda henüz çözüm üretilemedi ancak özellikle son yıllarda kalite ile ilgili birçok sorunun aşıldığı söyleniyor. Buna katılıyor musunuz?
Zeytinyağı öyle bir ürün ki kendisini kalitesiyle sattırıyor. Bununla ilgili bir anımı paylaşmak isterim; İtalya’nın Toscana bölgesinde bir fabrika ziyareti yapmıştık. Yöresel zeytinleri sıkan bu fabrikada 1997 yılında 750’lik bir zeytinyağı şişesi 4 dolar seviyesindeydi. Şişelenen yağın fabrika çıkış fiyatı ise 11 dolar. Markette satış fiyatına gelince bundan yaklaşık 10 yıl önce 16 dolardı. Bu fiyatlara satılabilecek bizim de çok özel yağlarımız var. Hatta bu fiyatların üstünde kaliteye sahip zeytinyağımız bulunuyor. Ancak bunu yapabilmemiz için kalitenin kritiğini yapacak müesseselere de ihtiyacımız var. Diğer yandan Verona Fuarı’nda hiç unutmuyorum, bir standın önünden geçerken, stand sahibine ne kadar yağ ürettiğini sordum. “Bu sene 4 ton var” dedi. Hepsi kendi mahsülü. Daha sonra bunun 30-40 tona kadar çıkabileceğini söyledi. Ağaçlarına bakmış, kaliteyi yakalamış, şişesini yapmış, etiketini basmış ve 4 ton yağı olmasına karşın Verona Fuarı’na gelip yağını tanıtmaya, satmaya çalışmış. Üreticimize bunu anlatmamız lazım. Kendi markasını oluşturması gerektiğini göstererek anlatmamız lazım çünkü çiftçimiz görmeden inanmıyor. Buna ilişkin ülkemizde şirketleşme pek önerilmese de 5-6 şirketin bir araya gelerek destek alabileceği formlar mevcut. Ortak işlikler, dolum tesisleri mümkün, hatta bu sistem içinde ortak marka oluşturmak dahi mümkün. 10-15 firma bir araya gelip butik yağlarını bu sistem içinde markalaştırabilirler.

Bu üretim maliyetlerini düşürür mü?
Bu çiftçinin gelirini epeyce artırır, beyaz tenekeyi ortadan kaldırır. Çiftçiye para kazanma, ticaret yapma şansını tanır. Çiftçilerimiz bu tip modellerle doğrudan ürününü değerlendirme, daha verimli çalışma imkanına kavuşur. Üretim maliyetlerinde devletin bir katkısı olmadan ucuzlama mümkün değil. Sırtımızda bir yük var ve bununla koşmak imkansız. Müstahsilin zeytinden kazandığı yaşamını sürdürmesine zor yetiyorsa, tabi ki kaliteli zeytincilik yapamayacak. Bu nedenle üretim maliyetleri ve hasat teknikleri ile ilgili yenilikler uygulanmalı diye düşünüyorum.

Uzlaşmanın önemine sıklıkla vurgu yaptınız. Son olarak, bu konuda sektöre vermek istediğiniz bir mesaj var mı?
Biz uzunca bir dönem desteklemelerin kaldırılmasını, dünya fiyatlarıyla tanışmayı tartıştık. Derken desteklemeler kalktı, primin kaldırılmasını konuştuk. “On dönüm bostan, yan gel Osman” olarak değerlendirilen, “Dönüm Parası” olarak adlandırılan sistemler bize adapte edildi. Bunların tartışıldığı 2000’li yılların başında, hububat üretilen eyaletlerdeki desteklemeleri eleştiren gazetecilere Amerikan Senatörünün verdiği bir cevap var: “ABD tarıma desteklemede bulunacak çünkü enerjide dışa bağımlı olduğumuz gibi gıda da dışa bağımlı olmayacağız.” Ben şunu sıklıkla ifade ettim; enerji savaş çıkaran bir madde. Artık tarım ürünlerinden de enerji elde ediliyor. Dolayısıyla dünyanın en önemli gündem maddesi artık tarımdır. Bu nedenle tarımsal projelere, uzun vadeli tarım politikalarına mutlaka ihtiyacımız var. Bunun için de kendi sektörümüz için söyleyeceğim öncelikle sektörel uzlaşmanın ne şekilde olursa olsun sağlanması gerektiğidir. Herkesin ilk görevi budur.